Gazeteci, Yazar, Yayıncı Bülent Habora’yı yitirdik.
Bülent Habora bu sabah (1 Mayıs) İzmir’de tedavi gördüğü hastanede saat 07.20’de yaşamını yitirdi.
KENDİ ANLATIMIYLA BÜLENT HABORA’NIN YAŞAMÖYKÜSÜ
28 Şubat I940’da İstanbul’da, Nişantaşı’nda doğmuşum. Annem Sabiha Ragibe, babam Nizamettin Habora’ydı.
Babamı 1944 yılında verem yüzünden yitirmişim. Babam çok başarılı bir öğrenciymiş. Bu, Mustafa Kemal’in kulağına gitmiş. Çağırtmış yanına,
“Ne olmak istiyorsun?” diye sormuş. Babam hemen yanıtlamış:
“Mimar, mühendis olmak istiyorum.”
Mustafa Kemal, İtalya’daki en ünlü Mimarlık Fakültesi’ne göndermiş ve tüm masrafları da devlet karşılamış. 4 yıllık fakülteyi 2 yılda bitirmiş babam. İtalyanlar,
“Çok başarılı bir öğrenci, tüm masraflarını biz karşılamak istiyoruz. Bugüne kadar gönderdiğiniz paralar size iade edilecektir,” demiş bizimkilere.
Babam Türkiye’ye dönünce, yine Mustafa Kemal çağırtmış, kutlamış onu. Sonra da,
“Seni Salihli’nin imarına tayin ediyorum,” demiş. Bir süre sonra Mustafa Kemal’in vefat etmesine karşın, yine de babam, annemle birlikte Salihli’ye gitmiş. O zamanlar bir köy gibiymiş Salihli. İlk kez radyoyla babamlar sayesinde karşılaşmışlar. Radyoyu gören biri, çevreye yaymış,
“Mühendisin evinde küçük bir kutu var. İçinde küçük küçük adamlar ya şarkı söylüyorlar ya da konuşuyorlar.” Sonunda bir gün babam onları eve çağırıp, radyoyu göstermiş, olayı anlatmış. Sonra herkes radyo almış...
İşte babam orada vereme yakalanmış, İstanbul’a gelmiş, 1944’te Erenköy Sanatoryumu’nda ölmüş...
Annem de vereme tutulduğu için, çoğunlukla Cerrahpaşa Hastanesi’nde tedavi görmüş. Ben, kâh Büyükbabamın (annemin babası), Nişantaşı’ndaki evinde, kâh Babaannemlerin oturduğu Suadiye’deki evde kalıyordum. Büyükbabam 1914-1918 I. Paylaşım Savaşı zenginlerinden olduğu için lüks içinde yaşıyordu, Babaannemler ise yoksuldu. Evet, Suadiye’de oturuyorlardı, ama bugünkü gibi değildi o çevre. Üç sınıflı bir ilkokulu, bir, iki bakkalı olan, birkaç konağı bulunan bir köydü. İstasyonun oradaydı evi Babaannemin ve evin yanından, açıkta lâğım akardı...
İlkokula Nişantaşı’nda başladım. Çok çalışkandım, 4 yılda bitirdim, 5 yıllık ilkokulu (sonra, lisede devlete borcumu ödedim, 3 yıllık liseyi 4 yılda bitirdim)... İlkokul maceram çeşitli okullarda sürdü. Nişantaşı, Suadiye, Zonguldak ve Ankara.
Annem Cerrahpaşa’da Asistan Doktor olan Faruk İlker’le tanıştı. Evlendiler 1950’lerde ve biz de Ankara’ya göç ettik.
Çünkü Dr. Faruk İlker, Demokrat Parti’den Manisa Milletvekili olmuştu. İlkokul 5, Orta 1 ve 2’yi Ankara’da okuduktan sonra Adana’ya geldik. Üvey babam, Adnan Menderes’in çok ısrarına karşı milletvekilliğine devam etmeyip, Adana Devlet Hastanesi’ne Başhekim oldu. Orta 3 ve lise yaşantım Adana’da geçti: Tepebağ Ortaokulu ve arksından da Adana Erkek Lisesi...
Adana benim için bir
“İlklerin Kenti” olmuştu. İlk Aşk’ın dışında, her şeyin ilkini orada yaşadım... Yazarlık ve gazetecilik başı çekiyordu.
1954 Aralık’ının son günlerinde, ilk gazetecilik ürünümü
Bugün Gazetesi’ne, Çoban Yurtçu’ya götürdüm. Bir buçuk sayfalık bir yangın haberiydi. Çoban Ağabey,
“Bir yangın haberi bu kadar uzun olmaz, git sen öykü yaz,” dedi. Ama ertesi gün gazetede çıktı haber, tabii birkaç satır olarak... Ali Kemal Şenadam’ın
Salkım Dergisi’nde ve daha sonra da Çetin Remzi Yüreğir’in yönettiği
Yeni Adana Gazetesi’nde yazarlık sürdü, gelişti ve arkası geldi.
Sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. Orada bir yıl kaldım. Bu süre içinde Cemil Sait Barlas’ın
Son Havadis ve
Pazar Postası gazetelerinde (Pazar Postası’nı Muzaffer Erdost yönetiyordu) yazdım. Sonra Ankara’dan sıkıldım ve
“Ver elini İstanbul,” dedim
İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’nde Sosyoloji ve Felsefe bölümlerine girdim. Hem bitirdim fakülteyi, hem de diploma alamadım. Tüm sertifikaları vermiştim, ama o zamanlar bir
“Yabancı Dil Barajı” vardı. İngilizcem ve Almancam çok iyi olduğu için her şeyi son sınava bıraktım. Tek öğrenciydim. Orada bir ukalâlık yaptım ve kaldım.
1963 Ağustos’una kadar dönemin ünlü sinema ve magazin dergileriyle (
Ses, Pazar, Büyük Gazete) Cengiz Tuncer, Tarık Dursun K., Aydın Emeç’in yönettiği
Son Posta Gazetesi’nde yazdım. Tabii bu arada
Yelken ve benzeri sanat dergilerinde yazılarım sürüyordu. Doğal olarak Adana’yı da boş geçmiyordum.
1963’le 1965 arası, önce Konya’nın Ereğli İlçesinin Kutören Köyü’nde, sonra Konya Merkez’de ve arkasından da Obruk’a bağlı Büyükburnak Köyü’nde Yedeksubay Aday Öğretmenlik yaptım. 1965 Eylül’ünde İstanbul’a geldim.
Ekim 1965’te Beyazıt’taki, Beyaz Saray’da
“Habora Kitabevi”ni açtım. 1966 Şubat’nda
“Habora Kitabevi Yayınları”nın ilk kitabı olan
“Dolce Vita”yı yayınladım.
Arkasından bir yıl, Aksaray’daki evimizden yönettim, sonra Cağaloğlu’na geçtim. 1969’da da Başmusahip Sokağı’ndaki Tan Apartmanı’na taşındım.
Yıllar sürdü. 400 civarında kitap yayınladım. Todor Jivkov’tan Nicolae Ceausescu’a, Lenin’den Stalin’e, Troçki’ye, Mao’dan De Gaulle’e ve başkalarına dek.
Türkiye’den de birçok yazar ve şair vardı. Bekir Yıldız’dan
“Reşo Ağa”, Sennur Sezer’den
“Yasak”, Şükran Kurdakul’un ilk öykü kitabı
“Tanığın Biri”, Muzaffer Buyrukçu’nun ilk romanı
“Gürültülü Birkaç Saat” ve Eray Canberk’ten, Afşar Timuçin’den, Aydın Hatipoğu’ndan çeşitli kitaplar...
Sanırım 35 civarında kendi yazdığım kitap da var. İlki 1969’da yayınlandı. Sonra arkası geldi... Arkadaşlarımla ortaklaşa hazırladığım 20 civarında çeviri ve derleme de var, ayrıca.
1970’te Nesrin Çolpan’la evlendim. 50 yıla yakın bir zaman (42 yıl evlilik, önceden de 5 yıllık gerçek arkadaşlık) gerçekten çok mutlu bir yaşam geçirdik. “
Başmusahip Sokağı Anıları”nda bu “güzel evlilik”i anlattım... Volga Tuygun Habora adında bir oğlum, Melisa Yağmur Habora adında bir kızım var...
1992’de İzmir’e göç ettik. Birkaç yıl Efes Oteli’nin arkasındaki Sevgi Yolu’nda bir baraka açıp, kitapçılık yaptım. Şimdi de yaşım (!) tutmadığı için emekli olamadığımdan Çiğli, Evka-2’deki Belediye Kütüphanesi’nde çalışıyorum...
Çok değerli dostlarım oldu İzmir’de; M. Erten, M. Sarısaltık, A. Gürlek, M. Gökçek, A. Gönen, F. İşlek, A. Mitap, E. Uyar, Ö. Akdemir, H. Arı, C. Demirci, İ. Çapar, B. Belhan, Y. Aksoy, vb...
Bir de şu
“Kanser Belası” olmasa üzerimde, her şey daha güzel olacak ya... Nesrin Habora’yı yitirmeseydim, çok daha rahat dayanırdım, sanıyorum... Ama oğlumla kızım var yanımda, onlarla moral buluyorum.
