Feyza Hepçilingirler 51 yıldır yazıyor. Şiirle adım attığı yazın yaşamına öykü ve romanla devam eden Hepçilingirler Türkçe üzerine yazdığı yazılar ve yaptığı çalışmalarla da tanınıyor.
19-27 Nisan tarihlerinde 19. kez yapılacak olan İzmir Kitap Fuarı’nın Onur Konuğu olan Feyza Hepçilingirler ile söyleştik.
Çocukluğunuzda yaşadığınız hangi olaylar yaşamınıza yön verirken aldığınız kararlarda etkili oldu?
Çocukluğumda yaşadığım her olay etkili olmuştur. Yaşadığım olayların hayatımı en çok etkileyeni kendimi bildiğim andan itibaren annem ve babamı ayrılmış olarak bulmaktı. Gerçi çok küçük değilmişim, ilkokula anneannemin yanında başladığıma göre… İlk altı yılı anne ve babamla geçirmişim. Ama onların bir arada olduğu zamanı ben hiç hatırlamıyorum. Dolayısıyla bu hayatımı çok etkiledi. Yaşlı ve huysuz bir kadınla büyüdüm. 10 yaşıma kadar olan zamanım anneannemle geçti. Okumak ve bir meslek sahibi olmak, o yüzden benim için hep kaçınılmaz olmuştur. Çok rahat büyüyen çocuklar, baba işini devralacak oğlan çocukları, annesine özenip ev kadını olmak isteyen kız çocukları gibi lüks bir yaşamım olmadı. Ben hep çok çalışmak, mutlaka bir meslek sahibi olmak zorundaydım. Bu da mesela hayatımı çok etkileyen olaylardan biri… 20 yaşımdayken annemi kaybettim. Bu da hayatımı çok etkiledi. Olumlu anlamda bakarsak, kendi ayaklarım üzerimde durmamı sağladı. Kimseye sırtımı dayamadan, sadece kendime güvenerek yaşamamı sağladı. Ama olumsuz yönden bakarsak da en zor zamanlarımda yanımda destek alabileceğim, anne kadar yakın olabilecek hiç kimse olmadı. En travmatik olaylar bunlar.
Yine aynı dönemde yazmanıza neden olan olaylar nelerdi, yazmaya nasıl başladınız?
İlk kütüphanem Ayvalık’taydı. Ve orada okuduğum kitaplardan biri “Küçük Kadınlar” adını taşıyordu. “Küçük Kadınlar” benim özendiğim bir tipi de barındırıyordu. Jo karakteri bende bir özenti yaratmıştı. O yazar olmak istiyorsa ben de olabilirim gibi… Öyle bir kıvılcımla yazar olma isteği doğdu içimde… Daha sonra da en büyük desteği öğretmenlerimden gördüm açıkçası.
Edebiyat Fakültesi’ne devam ettiğiniz için de bir pişmanlığınız olduğunu biliyorum.
Evet. Edebiyatçı olmak istiyordum bir yandan da. Olmanın bir yolu var mı diye düşündüğümde, yolu edebiyat fakültesine gitmektir dedim. Açıkçası bunu soracağım ve akıl danışacağım kimse de yoktu etrafımda. Ancak daha gider gitmez ilk haftalarda “Buraya yazar olmak, şair olmak için geldiyseniz boşuna geldiniz” diye bir uyarıyla karşılaştım. Hatta “Her güzel şey yazılmıştır. Sizden bir şey yazmanızı beklemiyoruz. Size düşen yazılmış olanları incelemektir” denildi. Bu durum benim edebiyat alanında bir şeyler yapmamı bir 10 yıl kadar geciktirdi.
Yazın yaşamına şiirle adım attınız. Ama sonraki dönemde şiir neden geri planda kaldı?
Şiirlerimi kitap olarak yayınlamayı hiç düşünmedim. Sonuçta acemilik şiirleriydi. Onları sadece bir kalem alıştırması olarak kabul ediyorum. Bana daha uygun tarzın düzyazı olduğunu fark ettim. Belki şiirsellik beni çeken bir şeydi ki öykülerimin bazıları şiirsel bulundu. Öyküde başarılı olunca o yolda devam etmek gibi bir istek doğdu içimde…
Türkçe Günlükleri nasıl çıktı ortaya?
Türkçeyi dert edinmeye başlamam 1990’lı yıllar… Birden Türkçenin yıpranma sürecine girdiğini fark ettim. Kimse bir şey yapamıyordu o yıllarda. Hatta o yıllarda Şiar Yalçın’ın Yeni Yüzyıl gazetesinde Doğru Türkçe diye bir köşesi oldu. O köşenin açıldığını görünce epeyce de rahatlamıştım; tamam, işte Türkçeye sahip çıkan biri var diye. Çünkü ben yazmalıydım diye düşünüyordum bir yandan da… Hem yazar olarak Türkçenin içinde yaşıyordum, hem de öğretmenlik yapıyordum. Öğretmen olarak da konum Türkçe idi. Sonra Şiar Yalçın’ın yazdıklarını birkaç ay takip ettim. Yok, onun derdi Türkçe değildi. Arapçanın doğru kullanılması, Fransızcanın doğru kullanılması... Çok dil bilen, çok kültürlü bir insandı ama nerdeyse Türkçeyi hor gören bir anlayışı vardı. İş başa düştü. “Türkçe Off”u Ankara’da yayınlanan siyah beyaz bir gazetede yazmaya başladım, haftalık yazılar halinde… Hiç beklemediğim bir ilgiyle karşılaşınca, Türkçe ile ilgili bir görev üstlenme söz konusu oldu. Bunu da Cumhuriyet’e ben önerdim. Bana kitap ekinde bir köşe verin dedim. Günlük tarzında olması şu anlamda iyi geldi bana: Hem örnekleri sıcağı sıcağına verme şansım vardı. İyi ve kötü örnekleri, Türkçe kullanımıyla ilgili. Hem de günlük yaşamdan bir takım şeyleri ekleyerek daha canlı tutma şansı da verdi bana bu durum. Biraz da Nurullah Ataç’dan etkilendim, esinlendim herhalde… O yüzden günlük tarzını benimsedim.
İki romanınıza karşın 7 öykü kitabınız var. Öyküye ağırlık veriyorsunuz ama bazı öykülerinizi roman uçları olarak yorumlamak doğru olur diye düşünüyorum.
Bazı öyküler için denebilir. Öykü benim daha hoşuma gidiyor. Birkaç neden var, çok maddi nedenler… Roman yazacak kadar çok özgür zamanın olmaması… Çünkü roman çok kıskanç bir tür. Başka şeylerle ilgilenmeden oturup günlerce, hatta aylarca yoğunlaşmayı gerektiriyor o konu üstünde. Oysa ben Türkçe için okullara konferans vermeye gidiyorum, Türkçe için yazılar yazıyorum. Bu arada öykü uçları yakaladığımda da öyküye daha kolay zaman ayırabiliyorum. Roman, hem geniş bir zaman dilimi istediği için, hem de öbür işleri tamamen bir yana atmamı gerektirdiği için… Türkçe ile ilgili konferanslara gitme şansım olmayacak, roman yazmaya karar verdiğimde… Ya da öykülere zaman ayıramayacağım. Oysa şu anda önüme koyduğum görev, çocuklar için bir şeyler yazmak.
Kendinizi çocuklara borçlu mu hissediyorsunuz?
Öyle de denebilir. Çocuklara, dilinize sahip çıkın, herkes anadiline sahip çıkmalı dediğimde bunu lise ve üniversite öğrencilerine söylüyorum. Oysa o zamana kadar dille ilgili bir bilinç oluşmuşsa oluşmuştur. Oluşmamışsa o saatten sonra öyle bir bilinç oluşturmak zor. Daha baştan yakalayıp dillerin ne kadar önemli olduğunu, bir kültürel varlık, miras olduğunu, dillere gözümüz gibi bakmak gerektiğini sezdirmek için çocukluktan işe başlamak gerekiyor. Bir de edebiyat tadı, yazma isteği, okuma coşkusu duyurmaya çalışıyorum.
12 Eylül sizin yaşamınızı nasıl etkiledi?
Altüst etti. Altüst etti. 12 Eylül sonrasında bir sınava girdim Ankara’da… Ayıptır söylemesi birincilikle kazanarak Buca Yüksel Öğretmen Okulu’nda göreve başladım. Derken o çalkantı sürdü gitti. Hakkımda soruşturmalar açıldı, ifade vermeye çağırıldım. Komünizm propagandası yapmakla suçlandım. Derslerimde Nazım Hikmet’i okutuyormuşum. En ağır suçlamalardan biri bu… Hâlbuki bir öğrencinin sorusuyla ilgili bir açıklama yaptığımı hatırlıyorum. Sonrasında beni Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne gönderdiler. Dekandan, Milli Eğitim’e iade edileceğimi öğrenince, daha fazla direnmenin pek bir anlamı yok deyip istifa ettim, İzmir’e döndüm. Çocuklarım çok küçüktü zaten. Okullarda çalıştırılmadım. Bu yüzden mecburen dershaneci oldum. 17 yıl dershanecilik yaptım. Galatasaray Üniversitesi’nde ders verdim bir süre. Sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’nde çalıştım 11 yıl, ikinci kez emekli oldum.
Bu sürgün olayına olumlu açıdan bakarsak bir yararı da oldu diyebiliriz değil mi?
“Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar”ı söylüyorsun değil mi? Evet oldu. O sırada daha sonra“Tanrı Kadın” adını vereceğim romanımı yazıyordum aslında. Ama bu sürgün ve hiç kimseden hiçbir yanıt alamama durumu o kadar içimi şişirdi ki, o kadar içimde birikti ve patlamak üzere getirdi ki beni o romanı bir kenara attım ve bu sürgün olayını yazdım.
Hem yaşadınız hem yazdınız…
Evet… Evet… Trabzon’da sosyal tesislerde bana bir oda vermişlerdi. İlk notları orada aldım. Hakikaten Karadeniz’e bakarak; o yalnızlığın, o çaresizliğin acısını içimde hissederek, küçücük çocuklarını İzmir’de tek başlarına bırakıp buralara kadar gelmiş, Don Kişot’luk yapmak iyi midir, kötü müdür, ne yapıyorsun diye sürekli bir hesaplaşma içersindeyken yazdım… Ondan sonra son biçimini vermek için istifa edip dönmek iyi geldi. İstifa edince, tabii iş yok, o notları romana dönüştürdüm.
Kahramanlarınız ağırlıklı olarak kadınlar. Acı ve hüzün de hakim duygular. Buna çocukluğunuz ve gençliğinizde yaşadığınız olayların sonucu nedeniyle gelinen bir durum diyebilir miyiz?
Belki diyebiliriz ama bir kere kadınları yazma konusunda bir ek açıklama yapmam lazım. Erkekler de kadınları yazıyor. Yani kadınlar yazmaya daha elverişlidir çünkü erkekler daha kolay anlaşılabilir. Bir erkek bir şey diyorsa onu düşünüyordur, onu diyordur hakikaten… Ama bir kadın bir şey diyorsa, kim bilir neler kastediyor. Bana yapılan en büyük iltifat çok güler yüzlü bir insan olduğum hakkında… Hayata hakikaten gülerek bakan bir insanım. Onca acı yaşamış olmama rağmen, öyle hüzünlü yapıda bir insan değilim. Ama nedense öykülerde o patlıyor, çıkıyor. Onu engelleyemiyorum. Benim kadınlarım çok da yenilmiş değillerdir. Gerçekten benim kadın kahramanlarım mücadelecedir. Hüzünlü sonlar yaşadıkları halde, hiçbir zaman da hayattan kopup melankoliye kapılmazlar, depresyonlara girmezler. Gayet dirençli, dirayetli kişilerdir.
İzmir Kitap Fuarı Onur Konuğu seçildiniz. Neler söylemek istersiniz?
İzmir beni kendisinden sayar, ben de kendimi İzmirli sayarım. Bir yıl Ege Koleji, iki yıl da İzmir Kız Lisesi, lise eğitimim boyunca İzmir'deydim. Bu benim ilk gençlik çağım. Üniversiteyi İstanbul'da okudum; sonra dönüp yine İzmir'e geldim. İzmir'de evlendim. Çocuklarım orada doğdu, orada büyüdü. Bu süreç de bütün gençliğim demek. 15 yaşıma kadar Ayvalık'ta geçen süre çocukluğumsa İzmir'de geçen toplam 25 yıllık süre de gençliğim. Bu yüzden İzmir gençliğimle özdeştir. Ayvalık çocukluğum, İzmir ise gençliğim benim.
Söyleşi: Kadir İncesu
